Ön Not: World of Darkness’da, Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyadaki göçebe toplulukların ve bu kültürün içinden gelen kandaşların hikayeleri için bir boşluk olduğunu düşündüm -Gangreller yeterli hissettirmedi-, ben de bu sebeple İstanbul’da geçen kendi oyunum için bu klanı hazırladım. World of Darkness loreunun büyük bir kısmıyla uyumlu değildir ve her hikaye gibi, burada anlatılanların -bu dünya içerisinde- ne kadar doğru olduğunu, kim bilebilir ki? (Teknik ve mekanik bazı detaylara, yazının sonunda değineceğim, iyi okumalar)
Biz, Göğün Çocukları
“Ben uzun yoldan gelen bir yabancıyım, bir seyyah, bir gezgin. İmparatorlukların bozkırın tozundan yükselişini ve ona geri dönmelerini izledim. Sen, ey Batı’nın çocuğu, tarihi bir çizgi olarak görüyorsun. Başı ve sonu olan bir hikâye. Biz daha iyisini biliyoruz. Tarih bir döngüdür. Bir şarkı. Ve ben bu korodaki seslerden yalnızca biriyim. Dinle, ve belki sen de bir şeyler öğrenebilirsin.”
Gezgin Kaan, Yek Dervişi
Bana dudaklarında bir isimle geliyorsun: Kabil. Bu, kandaşlarının Paris’in parfümlü salonlarında ve New York’un çelik ve cam kulelerinde anlattığı bir hikâye. Toprağın, kardeşlerin ve cinayetin, bir çiftçinin lanetinin hikâyesi. Güçlü bir hikâye. Kutsal metinlerin ağırlığına sahip. Ve senin için, hakikatin ta kendisi.
Ama üstümüzdeki gök engindir, ey Batı’nın çocuğu, ve hikâyeleri umursamaz.
Bizim hikâyemiz toprakta başlamaz. Yukarıdaki sonsuz enginlikte başlar. İlk Günahkâr’dan değil, İlk Ata’dan bahsederiz: Ulu Gök, Kayra’dan. O, ölümlü çocuklarının bir ateşin kıvılcımları gibi titreyip söndüğünü gördü ve akıl sır ermez bilgeliğiyle bazılarımıza daha yüce bir kader bahşetmeyi seçti. Bizi lanetlemedi. Bizi işaretledi. Uzanıp bizi zaman nehrinden avuçlayıp aldı ve suların akışını sonsuza dek izleyelim diye bizi kıyısına bıraktı.
Bize “ölümsüzlük lanetini” verdi, evet, ama aynı zamanda onun ikizini de bahşetti: Arzu‘yu. Sizin soyunuz buna Açlık der, basit bir bedensel ihtiyaç. Anlamıyorsunuz. Arzu, sadece kana duyulan bir ihtiyaç değildir. O, ilahi bir özlem, Gök-Ata’nın kendi ebedi hırsından bir parçanın göğsümüze yerleştirilmesidir. Fethetme, hükmetme, varolma dürtüsüdür.
Kayra’nın hediyesi tek bir kalıba sığdırılamaz. Bunu tek bir lütuf ya da tek bir lanet olarak değil, yirmi dört seçilmiş ruha sunulan ilahi bir katalizör olarak düşün. Katalizör hepsi için aynıydı; ama bir ateşin suya, taşa veya kuru oduna etkisi farklıdır. Sonuç, her zaman dokunduğu ruhun doğası tarafından belirlendi.
Ruhları bedene bağlı olan bizler için, katalizör bizi o yorucu çürüme döngüsünden kopardı ve ölümsüz ruhlarımızı fiziki formlarımıza zincirledi. Sizin vampir dediğiniz, yalnızca başkalarının çalıntı yaşamıyla ayakta duran kan içicilere dönüştük. Biz, Avşarlar, Dervişler, Kamlar, Erlik’in Hizmetkârları, bu türdeniz. Fakat başkaları da vardı. Mesela 24 çocuktan biri, bizim Ulu Kurt, Börü diye bildiğimiz, ruhu zaten başka ulu bir ruhla iç içe geçmiş olan. Katalizör ona ölümsüzlük getirmedi. Onun ölümlü yarısını ruhani yarısıyla birleştirdi, öfke ve ruhtan müteşekkil, yaşayan, nefes alan bir savaşçı haline getirdi. Siz onlara Lupine ya da Kurtadam dersiniz. Biz ise kuzen. Ya diğerleri? Bazıları ölümlü kaldı, ama onlara elementler ya da Doğu’nun ruhani enerjileri üzerinde hâkimiyet bahşedildi. Onlar, bizim sonu gelmez nakaratımızın aksine, son ve güçlü bir mısraya sahip bir şarkıydılar.
Ya da Gangreller… Onlar evcilleşmemiş topraktan doğmuş bir sancaktır, ama Atalarının ismini unutmuşlardır. İçlerindeki Canavar’a tutunur, onun basit öfkesini gerçek güçle karıştırırlar; Arzu’nun ilahi gücünün yalnızca bir kırıntısını yansıttıklarının farkında değillerdir. Onlar kör olsalar da, biz üzerlerindeki Kayra’nın işaretini görürüz. Biz paramparça olmuş bir gökyüzüyüz, anlıyor musun? Dünyanın şafağında yirmi dört sancak yükseltildi. Bazıları düştü. Bazıları, bizim gibi, gecenin avcıları oldu. Bazıları kurt olarak yürüyor. Bazıları ölümlü bedene bağlı kaldı, güçleri kısa, parlak bir alev gibi. Sizin tek bir adama dair hikâyeniz, bir ahmağın gökyüzünü kilden bir çömleğe sığdırma çabasıdır. Bizim mirasımız tek bir lanet değil, parçalanmış, unutulmuş olasılıklardan oluşan bir panteondur.
Şimdi tek bir adama dair anlattığınız o tek hikâyenin neden bu kadar küçük hissettirdiğini anlıyor musun? Sizin bütün tarihiniz, alimlerinizin Enoch dediği İlk Şehir’deki bir karar üzerine kurulu. Biz oradaydık. Eski masallar, orada birer tebaa olarak değil, vahşi bir varlık olarak yaşayan Gök Çocukları’ndan bahseder. İlk Kral’ın yasalarını reddettik. Onun duvarları yerine açık enginlikleri tercih ettik. Duvar örmek, ardında olanlardan korktuğunu itiraf etmektir. Bir şehirde yaşamak ise kendini bir avuç toprağa zincirlemektir. Biz ufuktan asla korkmadık.
Caine, Gelenekler’ini ortaya koyduğunda, atalarımız sadece güldü ve atlarını sürüp gittiler. Onun yasaları, kafeslere ihtiyaç duyanlar içindi. Belki de sizin hikâyeniz yanlış değil, sadece… eksik. Belki de bu, geride kalanların, duvarların konforunu açık gökyüzünün korkutucu özgürlüğüne tercih edenlerin anlattığı masaldır. Belki de bütün tarihiniz, bizim kim olduğumuzu unuttuğunuz günün hatırası üzerine kuruludur.

Tarih
Her sancağın kendi şarkısı vardır, evlat. Doğudaki Altan Uruk, Saray’a karşı verdikleri uzun savaşın şarkısını söyler; Hiisi’nin çocukları ise donmuş ormanlarından buz ve gölge masalları fısıldar. Bu şarkı, sana söylediğim bu şarkı, o engin dokumadaki ipliklerden yalnızca biri. Bu, Batı’ya doğru çıkılan uzun yolculuğun hikâyesidir. Kaderleri Tuna ile Ceyhun arasında yükselip yıkılan ordulara ve imparatorluklara bağlı olan halkımın hikâyesi. Biz paramparça olmuş bir gökyüzüyüz ve hiçbir kırık parça bütünü yansıtamaz.
Tarihimiz taş tabletlere değil, rüzgâra yazılmıştır, evlat. Roma’dan önce, Babil’den önce, Bozkır vardı. Ve biz. İskitler ve Hunlarla birlikte at sürdük; yalnızca onların ordularının bir parçası olarak değil, onların ruhu olarak; “fethet ya da fethedil, yut ya da yutul” ilkesinin yaşayan bir timsali olarak.
İşte bu çağda en büyük iki rekabetimiz doğdu. Batıdaki dağlarda, sizin Tzimisce dediğiniz Ejderhalar’la karşılaştık. Onlar toprağın yaratıklarıydı; statik etin ve durağan bir kibrin, düşmanlarının kemiklerinden kaleler inşa eden yaratıkları. Biz, göklerin çocukları, toprağın sahiplenilecek değil, aşılacak bir şey olduğunu bilirdik. Onlarla savaşımız bir fetih savaşı değildi, zira ufku yuvası belleyenler için bir kale ne ifade eder ki? Bu bir felsefe savaşıydı; dağa karşı rüzgârın savaşı.
Daha batıda ise çağın asıl hastalığı irin bağlıyordu: Roma. Ventrue‘lar savaşçı değil, lejyonların ve duvarların ardına saklanan güç tacirleriydiler. Onların barışı, kafesin barışıydı. Tanrı’nın Kırbacı Attila, bakışlarını batıya çevirdiğinde, Avşar soyumuz onun mızrağının ucuydu. Küllerden bir şehri yönetmeyi arzulamıyorduk. Biz sadece onlara hiçbir duvarın gökyüzünü dışarıda tutacak kadar yüksek olmadığını hatırlatmak istedik.
Ordular çağı sonsuza dek süremezdi. Dünya küçülüyordu. Türk halklarının göçlerini takip ederek onların Anadolu dedikleri bir toprağa geldik. Bir yol ağzı. Ve bir yol ağzında, herkesle karşılaşmaya hazır olmalısın. 1071’de Malazgirt‘te, Roma’nın mirasçılarıyla, Konstantinopolis’in Ventrue’larıyla karşılaştık. Lejyonları disiplinliydi ama ruhları kırılgandı. Avşar soyumuz onlara karşı at sürdüğünde, karşılarında askerler değil, gözleri sonsuz gökyüzünün soğuk ateşiyle yanan, at sırtında iblisler gördüler. Kırıldılar. O gün, Batı’ya asla affetmedikleri bir ders verdik: Düzen bir yanılsamadır. Biz, onu paramparça eden hakikatin ta kendisiyiz.
Bu yeni topraklar bizi aynı zamanda eski rakiplerimiz Banu Haqim ile daha yakın bir temasa soktu. Haçlı Seferleri sırasında ortak bir düşmanla savaştık. Aramızda ne bir yemin ne de paylaşılan kan vardı. Yalnızca, profesyoneller arasında, paylaşılan bir anlayış. Onların savaşçılara, bizim ise suikastçılara ihtiyacımız vardı. Yollarımız sık sık kesişir, ama asla birleşmez.
Ve sonra Batı’dan yeni bir hastalık sızdı: Tremere. Ölümsüzlük armağanını hak etmeyen, onu çalan gaspçılar. Gezgin kandaşlarımızdan bazılarının yakalandığına, özlerinin bükülerek onların o taştan kölelerinin ilkini yaratmak için kullanıldığına dair fısıltılar var. Bu, inanmayı seçtiğimiz bir hikâye, çünkü nefretimize bir amaç veriyor.
Böylece Şehirlerin Kraliçesi Konstantinopolis‘e geldik. Ölümlülerin 1453’teki kuşatması, asıl şimşeği gizleyen bir gök gürültüsüydü. Gerçek savaş, aşağıdaki tünellerde ve yukarıdaki çatılarda verildi. Biz bir menfaat koalisyonuyduk: Yek sancaklarımız, Banu Haqim’in sessiz bıçakları, Gangrellerin ilkel öfkesi ve şehre ve onun kibirli efendilerine duyulan ortak bir nefretle birleşen diğerleri. Anlaşma basitti: Şehri genç Sultan Mehmed’e teslim edecektik ve karşılığında gölgeleri bizim olacaktı. Şehir düştü. Evet, bir imparatorluk öldü, ama onun ruhundan daha yeni ve daha keskin bir tanesi doğdu.
Bu yeni, muhteşem şehrin kalbinde, birçoğumuz nihayet mirasımıza layık bir yuva bulduğumuza inandık.
Bir süre, onu bozkıra hükmettiğimiz gibi yönetmeye çalıştık. İstanbul’un Han’ı olması için büyük bir savaşçıyı, Orhan’ı seçtik. O bir kahramandı, ama acı bir dersi çabuk öğrendi. Bu şehir bozkır değil; kendi kendini yiyip bitiren bir yılandır. Onu yıkan yabancı bir ordu değil, kendi kandaşlarımızın elinden gelen fısıltılar ve ihanet oldu. Başarısız bir deneydi. Dersimizi aldık: Yek’in kaderinde kral olmak yoktur. Biz fırtınayız, kale değil.
Biz de uyum sağladık. Ya da belki de, sadece yorulduk. Yüzyıllar akıp giderken, şehrin ritmi kemiklerimize işledi. Gök-Ata’ya edilen eski yakarışların yerini minarelerden yükselen ezan sesleri ya da kilise çanlarının çınlaması aldı. Bu ilk başta pratik bir meseleydi, ölümlü sürüler arasında hareket etmek için bir maske. Ama konfor, yavaş ve tatlı bir zehirdir. Bozkırın sonsuz ufkunun yerini Boğaziçi’nin parıldayan suları aldı. Bir zamanlar ebediyen göçebe olan sancaklarımızın çoğu, camilerin gölgelerinde ve Topkapı Sarayı’nın entrikalarında tuhaf bir huzur buldu. Şehir bize bozkırın asla öğretemeyeceği bir ders vermişti: Bazı topraklar tek bir efendi tarafından yönetilemeyecek kadar zengin ve sürekli bir savaş alanı olamayacak kadar tehlikelidir. Şehrin diğer efendilerinin -Bizans hayaletlerine tutunan Rum Toreadorların, kadim inlerindeki Nosferatuların, Roma kibrine sahip Ventrueların- kararlılığını test ettiğimiz kanlı derslerle dolu on yıllardan sonra, farklı bir varoluş biçimi dövüldü. Bu bir teslimiyet değil, karşılıklı saygı ve karşılıklı tehditten doğan gergin bir barıştı. İstanbul, kadim rakiplerin bıçak sırtı bir dengede yaşadığı, yazılmamış antlaşmalar şehri, bir canavarlar pazarı haline geldi. Göçebe ruhu ölmedi, ama açık ovalar yerine Kapalıçarşı’nın labirent gibi sokaklarında gezinmeyi öğrendi.
Ama imparatorluklar da, her şey gibi, sona erer. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini verdiğinde, bu bizim için bir son değil, şiddetli bir uyanıştı. Büyük Savaş topraklarımızı kasıp kavurdu; şerefin çamura battığı, zehirli gazlarla boğulduğu bir savaş. Yine de onun ateşinde yeniden dövüldük. Yumuşamış olan Klanımız, yabancı işgalciler karşısında Arzu’nun o kutlu ateşini bir kez daha hissetti. Savaş bizi yaralı ama keskin bıraktı. Aramızdaki en bilgeler İstanbul’un yalnızca güzel bir mezar olduğunu gördü ve rakiplerimiz tarafından görülmeyen ve küçümsenen, bürokrasi ve askeri sadakatin kalesi olan Ankara’nın süssüz betonunda yeni bir merkez kurdu.
Bu modern gecelerde, savaş alanları yine değişiyor. Bizim ve Banu Haqim’in bir zamanlar hâkimiyet için yarıştığı topraklar, petrol için oynanan yeni ve açgözlü bir oyunun ödülü haline geldi. Bu ortak düşman, topraklarımızda kârdan başka bir şey görmeyen bu kibirli Batılılar, yeni ve pragmatik bir ittifakı zorunlu kıldı. Ashirra sancağı altında, Müslüman kandaşlarımız mücadeleye öncülük ediyor, ama hepimiz gücümüzü katıyoruz. Bir Kam’ın bir kafes yapıcıdan nefret etmek için Allah’a inanması gerekmez. Bunu bir ordular savaşı sanma, evlat. Biz rahat şehrimizde uyuklarken, Batı canavarca güçlendi. Bugünkü mücadelemiz bir başkaldırıdır. Dünyanın sahibi olduğuna inanan bir otoriteye karşı bir isyan. Bu, rüzgârın dağa karşı mücadelesi; toprağın çocuklarına gökyüzüne asla, ama asla sahip olamayacaklarını hatırlatmak için verilen uzun, meşakkatli bir savaştır.

Ruh
“Her gezgin yitirmemiştir yolunu.”
J.R.R. Tolkien
Batı’nın çocukları arasında, içlerindeki ateşin bir adı vardır. Ona Canavar derler; ruhun mahzenine zincirlenmiş kuduz bir köpek, boyun eğdirilmesi gereken bir utanç vesilesi. Biz onu farklı bir isimle biliriz. Arzu. Ve o bir lanet değildir, o bizim varoluş amacımızdır.
Gök-Ata içimize kendi ebedi hırsından bir kıvılcım, dünyayı şekillendirmek için durmak bilmeyen bir özlem yerleştirdi. Bu basit bir kan ihtiyacı değildir; kan, kandilin titreyip sönmesini engelleyen yağdan ibarettir. Arzu, kaderin kendisine duyulan bir açlıktır. Şafaktan önceki sessiz saatlerde bizimle konuşur. Sadece “beslen” demez. “Ol“ der. Mükemmel bir savaşçı ol. Sırların koruyucusu ol. Kendi yolunun efendisi ol.
Zayıflık: Ruh-Susuzluğu
Bizim ölümsüz yaşamımız, her gece verilen bir hayatta kalma mücadelesi değildir. Her geçen günle zayıflamayız. Bazen bir yıl, hatta daha uzun süre kan ihtiyacı duymadan yürüyebiliriz. Ama içimizdeki Arzu büyür. İlahi kıvılcım solar ve bir yudum değil, bir kurban talep eder. Dönem dönem, kaçınılmaz olarak, bir Yek, bilinçli bir varlığı öldürmeli ve onu son damlasına kadar kurutmalıdır. Kendi varlığımızın ateşini yeniden harlamak için onu bedeniyle, ruhuyla, canıyla, yani bütünüyle tüketmeliyiz.
Sizin soyunuz buna bir zayıflık derdi. Biz ise onu ilahi görevimizin nihai ifadesi olarak görürüz. O, kutsal bir ayindir. Başkasınınkini sonlandırarak kendi ebedi varoluş hakkını kanıtlamaktır. Dünyadaki yerimizin bir teyididir: her şeyin zirvesindeki yırtıcı. İşte bu yüzden büyük ordularla at sürmüş, imparatorlukların surlarında nöbet tutmuşuzdur. Doğamızın ta kendisi çatışma talep eder, değerli bir av…
Bu kutsal av, kanımızda taşıdığımız yazısız yol olan Töre tarafından yönetilir. O, varoluşumuzun nasılını belirler. Sizin Camarilla’nız kafesini kâğıttan inşa eder. Bizim yasalarımız ise rüzgâr kadar gerçektir.
Onurlu Av: Ruh-Susuzluğu ilahi bir eylemdir ve değerli bir kurban gerektirir. Gölgelerden saldırmak ya da gafil bir düşmanı vurmak mümkündür, ama bu, tadı kül ve utanç olan keyifsiz bir yemektir. Töre, avımızla adil bir dövüşte yüzleşmeye, gözlerinin içine bakıp gücümüzü kanıtlamaya çabalamamızı emreder. Avşarlar gibi bazıları için bu bir seçim değil, varlıklarının mutlak bir gerekliliğidir. Geri kalanımız içinse, bu onur yoludur.
Verilen Söz, Dövülmüş Kılıçtır: Bir Yek’in sözü dağ gibidir. Onu çiğnemek, diğer Yek’lerin rüzgârdaki bir leş gibi kokusunu alabildiği ruhani bir çürümeye yol açar. Biz, bozulmuş bir sözün utancından, Nihai Ölüm’den daha çok korkarız.
Misafirin Kutsallığı: Misafirperverlik kanunları mutlaktır. Bir Yek’in sığınağında, misafir dokunulmazdır ve ölümsüz yaşamımız pahasına korunur. Ancak misafirperverlik borcu ödendiğinde ve misafir ayrıldığında, diğer borçlar tahsil edilebilir. Sakın onurumuzu yumuşaklıkla karıştırma.
Bu felsefe, tüm toplumumuzu şekillendirir.
Bizim Prenslerimiz yoktur. Bir bölgede, en saygın lider, otoritesi bahşedilmemiş, kazanılmış olan, eşitler arasında birinci kabul edilen bir Han olarak tanınabilir. Biz, her biri egemen bir varlık olan obalardan -savaş grupları, aileler, yeminli yoldaşlar- oluşan bir konfederasyonuz. Eski gecelerde, sonsuz bozkır göğünün altında, bir obayı bir arada tutan güven sadece sözlerle değil, kan ile de dövülürdü. Sizin soyunuzun kan bağı dediği bu paylaşılan kan, uluyan rüzgâra ve düşmanlarımızın bıçaklarına karşı bir hayatta kalma aracıydı. Ama dünya küçülüyor ve eski usuller kayboluyor. Sizin şehirlerinizin labirent gibi politikalarına yerleştikçe, tek bir kişiye mutlak sadakatin ölümcül bir zayıflık olabileceğini öğrendik. Bir zamanlar birliğin aracı olan kan bağı, çoğu için bir zincire dönüştü. Bu gelenek tamamen yok olmadı ama çoğumuz için yalnızca daha sert, daha basit bir zamanın yadigârı.
Bizler uzlaşı meclisleri olarak Kurultay toplarız. Ve sadece en zor zamanlarda, efsanevi Ulu Kurultay‘ı toplayarak bir Kağan, bir başkomutan seçeriz.
Neden sabit bir kralın önünde eğilelim ki? Bizim varlığımız bile, bireyin güç iradesinin, var olmaya devam etme hakkımızın sürekli bir sınavının kanıtıdır. Bir taht, durağanlığın sembolüdür. Ve biz, evlat, fırtınanın ta kendisiyiz.
Sancaklar
Biz birçok sancağın klanıyız; mücadeleleri, yürüdükleri topraklar kadar çeşitlidir. Kimi donmuş kuzeyin şirket yağmacılarına karşı sessiz bir savaş yürütür; kimileri ise gölgelerde kadim savaşlarını sürdürür. Ama burada, İstanbul’un kalbinde, üç büyük sancak ana oyunculardır. Her biri Arzu’yu kendi yolunca takip eder, Gök-Ata’nın armağanında farklı bir kader bulur.

Avşar
Avşarlar, Yek’in kılıç tutan kolu ve asla kapanmayan gözüdür. Onlar savaşın ruhundan doğmuş sancak, çatışmanın çocuklarıdırlar. İskit atlı beylerinden Osmanlı Sipahilerine, oradan günümüzün özel kuvvetler askerine kadar Avşarlar her zaman savaşçı olmuşlardır. Tüm varlıkları, gücün tek hakikat olduğu ve fethin en yüce dua biçimi olduğu inancının bir kanıtıdır. Onlar pragmatist ve hayatta kalanlardır, ama aynı zamanda muazzam ve vahşi bir gururun yaratıklarıdır. Kendilerini, mistisizme veya felsefeye sığınmayıp dünyayla onun kendi acımasız koşullarında yüzleşen, Yek mirasının gerçek varisleri olarak görürler.
Lakapları: Tazılar, Savaş Beyleri, Kırbaçlar
Zayıflık: Onurlu Av, Avşarlar için bir seçenek değil, Arzularının doğasının dikte ettiği bir zorunluluktur. Ancak onlar için “onurlu”, bireysel bir rakibin gücüne değil, mücadelenin doğasına atıfta bulunur. Arzuları ancak değerli bir zorluğun üstesinden geldiklerinde tatmin olabilir. Bu, tek ve güçlü bir rakiple yüzleşmek anlamına gelebileceği gibi, çoğu zaman tek bir Avşar’ın eğitimli bir asker timine karşı savaşması gibi, ezici zorluklara karşı bir savaşa atılmak anlamına da gelebilir. Bu da sürekli bir ikilem yaratır: Kadim bir yırtıcı için çoğu bire bir karşılaşma bir meydan okuma değil, bir katliamdır. Bu nedenle, amansızca savaşın potasına veya gerçek beceri sınavlarının bulunabileceği diğer doğaüstü varlıklarla olan gizli çatışmalara çekilirler. Çaresiz bir düşmanı öldürmek veya çaba sarf etmeden bir dövüşü kazanmak damarlarını kan ile doldurur, ancak ruhlarını boş bırakır ve Arzularını korkaklığın utancıyla yakar.
Disiplinler: Celerity, Fortitude, Potence

Kam
Kamlar, klanın ruhani kalbidir. Onlar Eski Yolların koruyucuları, fiziksel dünyayı Perde’nin ardında yatan daha büyük gerçekliğin yalnızca bir gölgesi olarak gören kâhinler ve danışmanlardır. Onların Arzusu fethetmeye değil, bilgiye, nesnelerin gizli isimlerine, bir kuşun uçuşunda veya bir sunucu ışığının titremesinde gizli olan desenlere duyulan bir açlıktır. Onlar bedenin değil, ruhun savaşçılarıdır. Soğuk aklın bu çağında, onlar klanın dünyanın derisinin altında hâlâ uyuyan büyüyle olan bağıdır ve bilgelikleri için sık sık aransalar da, hakikatleri nadiren rahatlatıcıdır.
Lakapları: Şamanlar, Kâhinler, Mistikler
Zayıflık: Kamlar, doğaüstü bir şekilde hakikate bağlıdırlar. Doğrudan bir yalan söyleyemezler. Bu onların saptırma ustası olmalarını, bilmecelerle konuşmalarını veya önemli bilgileri saklamalarını engellemez, ancak düpedüz bir yalanı telaffuz etmekten fiziksel olarak acizdirler. Bu onları şaşırtıcı derecede güvenilir danışmanlar yapar, ama aynı zamanda diğer Kandaşların oynadığı hile oyunlarında onları büyük bir dezavantajda bırakır.
Disiplinler: Animalism, Auspex, Kut (eşsiz bir şamanistik büyü yolu)

Derviş
Dervişler, Yek’in göçebe ruhunu temsil ederler. Amaçları yolculuğun kendisidir; dünyanın her köşesinden bilgi, hikâye ve deneyim toplamak için yapılan ebedi bir hac. Onlar klanın diplomatları, casusları ve filozoflarıdır. Bir Avşar değerini yara izleriyle, bir Kam ise sırlarla ölçerken, bir Derviş kendi değerini yürüdüğü yolların ve anlatacağı masalların sayısıyla ölçer. Onların Arzusu harekete, yeni ufuklara duyulan bir açlıktır. Durağanlık onlar için lanetlidir ve sadakatleri yalnızca yolun kendisine adanmıştır.
Lakapları: Gezginler, Hikâyeciler, Fakirler
Zayıflık: Biz Dervişler yolun yaratıklarıyız ve durağanlık ruhlarımıza zehirdir. Yaklaşışını ölçen bir saat, gelişini işaretleyen bir takvim yoktur. Ama içimizden biri tek bir şehirde çok uzun süre kaldığında, dünya üzerine kapanmaya başlar. Gökyüzü alçak bir tavan gibi hissettirir. Bizi ileriye sürmesi gereken keskin bir ateş olan Arzu, boğulur. Gerçek huzur, yerini sürekli, dayanılmaz bir seyahat tutkusuna bırakan, unutulmuş bir anıya dönüşür. Bu çürümenin tek merhemi yolculuğun kendisidir. Ufuk yeniden sonsuz hissedilene ve ruhlarımız nihayet nefes alabilene kadar gezinmek için yolun çağrısına kulak vermeliyiz.
Disiplinler: Celerity, Obfuscate, Presence.
Stereotipler
Banu Haqim: Onlar ölü bir adamın kanununa hizmet eder; biz ise yaşayan gökyüzüne. Onlar kılıçtır, biz fırtına. Saygı duyduğumuz profesyoneller, ama asla güvenmediklerimiz.
Brujah: Bir çocuğun elindeki şenlik ateşi. Tutkuları muhteşem bir yangın, ama zarafetten yoksunlar. Etrafından kolayca dolanabilecekleri kafeslere bağırıyorlar. Hem görkemli hem de trajik.
Gangrel: Kayıp kuzenlerimiz. Toprakta uyuyup gökyüzünü unuturlar. Üzerlerindeki Kayra’nın işaretini görüyoruz, ama onlar bizde sadece rakip bir avcı görüyorlar. Bir hüzün vesilesi.
Nosferatu: Gökyüzü yerine tünelleri seçtiler. Sırların efendileri. Duvarlardaki bir fare pek çok şey duyar ve bilge bir adam bir farenin nasihatinin değerini bilir.
Toreador: Güzel kafesler inşa edip sonra da uçamadıkları için ağlarlar. Takıntıları onları öngörülebilir, dolayısıyla da kullanışlı kılar.
Tremere: Hırsızlar. Güçlerini çalan, dünyanın kanındaki bir hastalık. Piramitlerini korku üzerine inşa ettiler ve onlar çöktüğünde toprağa tuz basmak için biz orada olacağız.
Tzimisce: Dağdaki Ejderha, bizim kadim zıttımız. İnsan bir dağdan nefret etmez; etrafından at sürmeyi ya da onu taş taş yıkmayı öğrenir.
Ventrue: Kafes yapıcılar. Kâğıttan ve altından duvarlarının geceyi dışarıda tutabileceğine inanıyorlar. Anlamıyorlar. Biz, çatlaklardan esen rüzgârız.
Not 0: Normalde yazılarımı Türkçe yazar sonra İngilizceye çeviririm, bu önce İngilizce olarak yazıldığı için bazı gariplikler olabilir.
Not 1: Dervişlerin ne kadar sürede bir şehirden ayrılmaları gerektiğini ya da Arzu’nun ne kadar sürede bir kişiyi etkilediğini bilerek kesin olarak belirtmedim. Kendi oyunumda bunları Humanity’ye göre belirliyorum.
Not 2: “Arzu” biraz garip bir weakness ve World of Darkness’ın yarattığı vampir konseptini çok derinden değiştiriyor, farkındayım. Arkadaşlarımla da bunun üzerine uzun uzun konuştuk. Blood poollarını doldurmak için hala kan emmeye ihtiyaçları olması pratikte alışkanlıklarının çok farklı olmamasını sağlıyor. Henüz yeni bir vampir olsan da, hayvan kanı içmenin ya da insanları öldürmeden ölümsüz hayatına devam etmenin imkansız olması ahlaki bir derinlik katıyor. Aynı zamanda klanın savaşçı kültürüyle de tutarlı ve birbirini tamamlar nitelikte olduklarını düşünüyorum. Eğer bu değişikliğin büyüklüğünden hoşlanmıyorsanız, yalnızca branch weaknesslarını kullanabilirsiniz sanırım klanın asıl weaknessını yok sayıp. Avşarlar da normal bir şekilde avlanırlar, fakat avları anlatıldığı üzere “onurlu” olmak zorunda olur.
Not 3: Constantinople by Night’ı ve Beckett Jyhad Diary’nin İstanbul ile ilgili kısımlarını neredeyse tamamen yok saydım, yalnızca ilham aldığım yerler oldu. İkisinin de iyi hikayeler olduğunu düşünsem de, detaylar kafamdaki İstanbul ile uyuşmuyordu. Benim İstanbul’umun nasıl olduğuyla alakalı daha fazla homebrew içerik de paylaşmayı planlıyorum.
Not 4: Bu yazının aslı benim bu klanla alakalı aldığım sayfalarca nota ve oyuncularım için hazırladığım 30 sayfalık tanıtım yazısına dayanıyor. Yani elimde daha pek çok detay var, herhangi bir sorunuz olursa sormaktan çekinmeyin!
Not 5: Avşar Klanının Celerity, Fortitude ve Potence’i bir arada almasıyla alakalı bazı eleştiriler aldım. Sanırım Celerity yerine Animalism ya da Presence daha iyi hale getirebilir.
Not 6: Evet, diğer klanlar genellikle Yek’i bir Gangrel bloodlineı olarak görüyorlar.
Kapak Resminden Aşağıya Doğru Artlar
-The Metropolitan Museum of Art, New York-
1- Gift of Cornelius Vanderbilt, 1887
2- Harris Brisbane Dick Fund, 1932
3- Harris Brisbane Dick Fund, 1932
4- Bequest of Mrs. Charles Wrightsman, 2019
5- Bequest of Mrs. Charles Wrightsman, 20196- Bequest of Mrs. Charles Wrightsman, 2019